Bu hafta gerek yerel, gerek uluslararası basına yansıyan önemli bir duyuru yapıldı. Caltech’ten iki gökbilimci Konstantin Batygin ve Mike Brown, Güneş Sistemi’nde bir dev gezegenin daha bulunduğuna dair bir kanıta ulaştıklarını duyurdular (Batygin & Brown 2016). Mike Brown ve ekibi daha önce Eris ve Sedna isimli “cüce gezegenleri” keşfetmişler ve böylece bir anlamda Plüto’nun “kuyusunu kazmışlardı” ama bu başka (ve yine güzel) bir hikaye. Dr. Brown’ın Twitter hesabının @PlutoKiller, olduğunu söylemekle yetinelim şimdilik. İkili, Güneş Sistemi’ni bir disk şeklinde çevreleyen Kuiper Kuşağı’ndaki aralarında Sedna’nın da bulunduğu 6 cismin yörüngelerinde şansla açıklanamayacak (daha doğrusu şansla açıklanma olasılığı %0.007 olan) ortak bir özelliğin kaynağını açıklamaya çalışmışlar. Bu cisimlerin yörüngelerinin Güneş’e en yakın oldukları noktanın (enberi) uzaydaki konumu (teknik terimi enberiinin argümanı, sembolü ω) neredeyse aynı, yani bu cisimlerin Güneş’e en yakın oldukları noktaların hepsi neredeyse bizim Güneş etrafındaki yörünge düzlemimiz (tutulum ya da ekliptik) üzerinde. ω = 0 etrafındaki bu gruplaşma (ya da dizilim) için çeşitli açıklamalar yapılmış olsa da Batygin ve Brown çalışmalarında bu açıklamaların şu ya da bu nedenle yetersiz olduğunu gösteriyor ve bu gözlemsel olgunun Güneş Sistemi’mizde dev bir gezegenin daha var olması durumunda daha iyi (ve daha basit bir şekilde) açıklanabildiğini gösteriyorlar. Yani, önerilen bu gezegeni gören hiç kimse (daha doğrusu hiçbir teleskop) yok! Ancak bu cismin gezegen olduğunun doğrulanması durumunda “masa başında” keşfedilmiş ilk gezegen olmayacağını söylemek gerek. Neptün de Urbain Le Verrier ve John Adams tarafından aşağı yukarı aynı zamanlarda birbirlerinden bağımsız olarak masa başında “keşfedilmiş” ve 1846’da Berlin Gözlemevi’nde gözlenmişti.
Yörünge özellikleri dolayısı ile diğer 6 cismin yörüngeleri üzerindeki konumuna bakılarak bu gezegenin konumu hakkında da kaba bir kestirimde bulunulabilir. Ancak tam yerini söylemek çok güç. Cisim her şeyden önce bizden oldukça uzakta. Güneş’e en yakınken bizimle Güneş arasındaki mesafenin 280 katı kadar (280 Astronomi Birimi) yan yaklaşık 42 milyar km, eğer bu kadar kilometre size bir şey ifade etmiyorsa bu koca Dünya’mızın etrafında 1 saniyede 7.5 tur atan ışığın, oradan kalkıp bize ulaşması 1.5 günden fazla sürer demekle yetineyim. En uzaktayken ise bunun 4 katı kadar uzakta ve Kepler yasaları gereği uzaktayken daha yavaş hareket ediyor. Cismin yörünge dönemi ise 19000 yıl civarında (yani bir yılı Dünya yılı ile 19000 yıl sürüyor!). Yörüngesi diğer cisimlerle (ve tüm gezegenlerle) ters hizalı, yani yörüngesinin enberi noktası ile diğerlerinin en beri noktaları arasında 180° fark var. Ancak bu şekilde tüm bu cisimleri ilginç görünen bu yörünge özelliklerinde kararlı bir halde tutabiliyor. Geliştirdikleri bu model (teknik terimi “resonant perturber)” sadece bu 6 cismin yörünge özelliklerini açıklamakla kalmıyor, Güneş Sistemi gezegenlerininkiyle dik açı yapan yörüngelere sahip bir grup cisim daha öngörüyor ki bu cisimlerden 5 tanesi gözlenmiş durumda. Yani bir taşla iki kuş (hatta biri kendi deyimleriyle daha önce farketmedikleri bir dalda oturan bir kuş) vurmuş oluyorlar. Sonuç olarak gezegenin tam olarak nerede olduğunu bilmiyoruz, Güneş’e en yakın konumundayken pek çok teleskobun bunu gözleme şansı var, ancak en uzaktayken ancak Keck, Subaru gibi en büyük yer tabanlı teleskoplar ya da Hubble Uzay Teleskobu gözleyebilir. Mike Brown bunun için bir araştırma projesi başlatmış durumda bile ve “harıl harıl” bu “gezegeni” arıyor.Bu açıklamaya kuşkuyla yaklaşanlar olduğunu da belirtmek gerek. Açıklamanın tekil (unique) bir cisim üzerinden yapılmasına, 3.8 sigmalık güvenilirlik derecesine (3 sigmalık önerilerin tutmadığına şahit olan) ve tabi ki yarattığı “sansasyona” itiraz edenler var.
Peki neden bu gezegen bu kadar önemli? Biz astronomların “Kopernik İlkesi”, felsefecilerin “Sıradanlık İlkesi” adını verdikleri ilke uyarınca Güneş sıradan bir yıldız, Dünya da sıradan bir gezegen; doğal olarak da Güneş Sistemi de öyle! Oysa Güneş Sistemi’miz son 20 yılda başka yıldızların etrafında bulunan gezegen sistemlerine pek de benzemiyor. Bu sistemlerin en çok içerdiği gezegen türü olan Süper Dünya (yaklaşık 2-5 Yer Kütlesi’nde karasal gezegenler) ve Mini Neptün (yaklaşık 5-10 Yer Kütlesi’nde bu gaz-buz gezegenler) adıyla anılan gezegenlerden bizim sistemimizde 1 tane bile yok. Yani belki de yoktu! Zira, Batygin ve Brown’ın önerdiği bu gezegenin kütlesi Dünya’nınkinin 10 katı, yani bu bir Mini-Neptün. Sonuç olarak tam “özel miyiz?” diye düşünmeye başlamışken eski “sıradanlığımıza” geri dönüyor gibiyiz.
Bu gezegende yaşam olabilir mi? Bilimde “olmaz” deyip, kestirip atmak her zaman mümkün değil ama en azından “çok muhtemel değil” demek mümkün. En azından yaşamdan anladığımız “futbolu organize bir şekilde oynayabilecek kadar gelişmiş, ancak yaşadığı gezegeni tüketmeye yaklaşmış bir tür” ise gezegenlerarası futbol turnuvası düzenlemekten seyahat problemleri dışı sebeplerle de oldukça uzağız demek gerek. Yani Messi o gezegenden gelmiş olamaz (başka bir gezegenden gelmiş olmalı!).
Bunun yerine “bu kadar büyük bir gezegenin orada işi ne?” diye soracak olursanız, Güneş’ten bu kadar uzak bir noktada bu kadar büyük bir gezegenin oluşmuş olma ihtimalinin de pek yüksek olmadığını söylemek gerek. Zira bu noktada bu kütlede bir gezegeni oluşturacak kadar materyal yok ve olsaydı da bu kadar büyük bir yörüngede dolanan bir cismin bu kadar uzun zamanda bu materyali üzerine toplamış olma olasılığı çok zayıf olurdu! Batygin ve Brown çalışmalarının sonunda bu konuyu da tartışıyor ve en kuvvetli olasılığın sistemin içerilerinde bir yerlerde oluşup, daha sonra dışarıya doğru fırlatılmış olabilceğini söylüyorlar. Pek çoklarına fantezi gibi gelecek olsa da bu oldukça geçerli bir teori ve tüm simülasyonlar bu tür cisimlerin varlığına işaret ediyor. Cuma günü odama gelip “Hocam bu gezegen başka bir gezegen sisteminden bu şekilde fırlatılıp başıboş kaldıktan sonra bizim sistem tarafından yakalanmış bir gezegen olabilir mi?” diye soran Ulus ve Yağız’a buradan cevap vereyim: Neden olmasın? Brezilya Ulusal Gözlemevi’nden Rodney Gomes de, bunun gayet olası olduğunu söylüyor!
Kaynak: